YA DA BÜYÜK KEDERLERİN “BÜYÜK BİR SAKİNLİK İÇİNDE” SÖYLENEN ŞİİRİNİN SESİ VAR ONDA
Bir hikâyeyi bir başka hikâye ve hikâyeler ile bağlayarak uzun uzun anlatıp uzun bir geceyi bir yeni doğan sabaha, sabahlara erdirip kavuşturan o güzel o masal sesli eski masal anlatıcılar, eski hikâye edicilere saygı ile
Kendi geçmiş zamanlarını, o geçmiş zamanlarda kendi geçmiş hikâyelerini, ve bir zaman altında konuk oldukları bu gökkubbede yankılanmış durmuş nefes ve seslerini mekana, zamana ve rüzgâra kül ve toz edip savurmuş yaralı ve hüzünlü bir seda olarak hâlâ hatıramızda olan o eski insanlara
Elinde yarım bir gam defteri, ağzında bir ağır yasın kelimelerinden bir şiiri ile “nasıl bir yaz ki / dağların karı köpürür / bir ferman ki ölüm getirir/ suyu ne hal bu muratın/ sıcacık kan götürür” diyerek bir büyük acının bir büyük ağıdına “gagasında nar taşıyan kuşlar” ile gelip yetişmiş Arif Ay’a
Gözünüzü kısa bir an kapattığınızda bazen beş bazen on dakikadır bu, o beş on dakikalık aralıkta, bir rüya bir düş içinde yüzlerin, seslerin yankıları içinde kalırsınız. Bazen de uzun uykularda sabaha kadar içinde olduğunuz çıkamadığınız rüyalar vardır. Uyanırsınız, kalkarsınız, araya biraz zaman koyarsınız uykuya dalar dalmaz kaldığınız yerden başlar tekrar rüya. İster uzun süren rüyalar ister beş on dakikalığına görülen düşler olsun göz kapalıdır ama ruhunuz açıktır, gider gezer orda burda her mekanlarda bir kimsesiz bir yalnız olarak. Geçmişinize, çocukluğunuza, bugünkü büyük haliniz ile geri döner, özlediğiniz yüzler, özlediğiniz sesler ve insanlar arasından ve kendi çocukluğunuz ile de karşılaşarak arada, çocukluğunuzla da göz göze gelip çocukluk sesinizi de işiterek, geçip gidersiniz bir büyük geçmişe özlemle bir kederle bir büyük ah’la sizden kopup gitmiş sizden alınmış artık arkanızda kalan bir büyük geçmiş zamana acı dolu bir bakış, içinizden bir hayıflanma ile bakarak. O büyük geçmiş o büyük zaman sizin de olsa rüyada müdahaleniz olmaz gözünüzün önünden akıp giden olaylara, sadece bir dışardan biri olarak büyük hisler, duygular içinde bir vicdanla sızlaya sızlaya arkada kalmış o büyük geçmişi yalnızca duyumsar hissedersiniz “bir sinemada bir koltukta oturtulmuş bir filme baktırılıyormuşsunuz” duygusu ile. Bir filmde bir zaman üzerinde bir zaman içinde dolaştırılan bir kamerayken, bu, rüyada, arkanızda kalmış kendi büyük geçmişinize bakan, kendi büyük zamanınıza dokuna dokuna dolaşan gözlerinizdir. Kendi büyük geçmişinizden kendi büyük zamanınızdan yüzlerin, seslerin yankıları içinde kalarak, kimsenin kimselerin duymadığı bir çığlık atarak, Wolfgang Borchert’in Dört Asker öyküsünde dişlerini kara geçiren o askerler gibi “uluyarak”, fırlarsınız bu rüyalardan.
Bu duygular içinde kalarak okumuştum Murat Yalçın’ı, bu duygular içinden geçerek okumuştum Murat Yalçın’ın Üç Dersim’ini oturup bahçede babama ona da ait bir zamanı bir yaşanmışlığı ona hatırlatmak ve derinlerine attığı hafızasındakileri canlandırmak için. “Kapalı, kıpırtısız havanın küllenmiş sesi”yle “kim bu, bunları nasıl biliyor” diye sordu, ağzından dışarı savurduğu sigarasından bir büyük dumanın arkasında kalan acılı ve keder içindeki bir yüzle. Beni, insanın ruhunu “büyük bir sakinlik ve serinkanlı” olarak tutup sallayıp silkeleyen Wolfgang Borchert’in öykülerini, çığlığını durup bana hatırlatan Murat Yalçın’ın insanın yaralarına berelerine değen kelimelerine, cümlelerine, öykülerine çeken ne mi? Öykülerin arka planında insanı kendisine çeken büyük bir şiir sesinin olması, büyük bir şiir sesinin işitilmesi. Kelimelerinin cümlelerinin altında o büyük şiir sesini hep işitirsiniz Murat Yalçın’da. Kesik Baş’ta ve Sırtı Dönük Kadınlar’da işittiğim bu sesi Kesik Hava’da da Ölü Atların Ruhu’nda da Üç Dersim’de de işittim hep. İnsanların, insanlığın büyük acılarının büyük trajedilerinin büyük kederlerinin “büyük bir sakinlik içinde” söylenen şiirinin sesi var onda.
Dersim’i, çocukluğumda nenemden, dedemden, akrabalardan önce acıklı bir öykü, hikaye gibi dinledim ilk. Sonra gençliğimde bir hakikat bir gerçek olarak anlattılar tekrar. Sonraki yıllarda ise o hikaye o hakikat ağır bir ağıt olarak hep oldu bende hayatımda. Dersim’i, Dersim’de Munzur’un bu yakasında olanları biz ezbere bilirdik, bilirdik de Erzincan’da Munzur’un öbür yakasından bu büyük tertele bu büyük altüst oluş nasıl görüldü, nasıl işitildi yeri göğü yırtan o büyük çığlık çığlığımız hiç bilmedik, ta ki Murat Yalçın diye bir öykücü bir hikayeci günün birinde heybesinde zamanın kısık sesli hikayeleri ile çıkıp gelinceye kadar. Bu hikayenin bu hakikatin Erzincan tarafını ilk Murat Yalçın anlattı “Üç Dersim” olarak.
Dedesi üzerinden, bu taraftan, bombalanan dağlarımızdan ormanlarımızdan can havliyle giden kaçan geyiklerimizi, boz ayılarımızı, domuzlarımızı, kurtlarımızı, vaşaklarımızı, Erzincan taraflarına akan “hayvanatı” anlattırarak kurduğu hikayesi ile tamamlamıştı bizim hikayemizi Murat Yalçın. Yarısı yırtık bir resmin diğer yırtık yarısıydı anlattıkları. Munzur’un bu tarafındaki kadar ürpertici, can acıtıcı ve yürek parçalayıcıydı Munzur’ın öbür tarafından Erzincan’dan anlattıkları. Ahciğerah:
“Bu hınzırlar 38’den sonra peydahlandı… Vakta ki dağ taş demeden bombalandı… Ayı, domuz yatağı oldu her yer… Ne vahi bir işti yarabbi! Tayyarelerle geldi hükümet… O yaz Malkara’da askerdim… Dönünce anlattılar, Danzutlar’ın engininden geçmiş Dersim’i bombalayan tayyareler… Ne olduysa işte ondan sonra oldu: Bütün hayvanat bu yana aktı… İnlerini, yuvalarını bırakıp göçtüler… Geyik mi ararsın canavar mı domuz mu ararsın ayı mı? Hepsi…Düzen bozuldu, berhava oldu canavarlar… Hayvanlar yolunu şaşırdı… Sürüler halinde geldiler…”
Sustum kapkara! Sustum içimde bir çığ büyüklüğünde yuvarlanan bir çığlıkla. Wolfgang Borchert’in son çığlığını karlar içine haykırmış karlar içine ulumuş karda yatan askeri gibi.
Ölü Atların Ruhu’nda dedesini aramaya gelmiş bir Kürt Dede ile konuşur pardon susuşur Murat Yalçın:
“Dersim dört dağ içinde” türküsünün nağmeleri dolandı bıyıklarına. Sesi değişik geldi bana mırıldanırken. Kartal yüzüne ters düşen bir sesle, eleklerden geçirip ince ince yağdırdı toprağa: “Dersim’in yazıları…”
Yine sustum yine kapkara! Karlar içine haykırılmış o bir son bir çığlıkla!
Kimdir Murat Yalçın: Fazla değil: Kesik Hava ve Aşkımumya kitabı girişinde yalnızca iki satır hakkında: İstanbul, 1970. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü’nü bitirdi, yazıyor. Ama o daha çok dedesinin de eski bir çerçi olarak yanında eşeği tek tek her köyden her evden geçerek dağlardan, dar patika yollardan Tunceli’ye, Tunceli’den tek tek her köy ve evden aynı yolları yanında eşeği ile geçerek geldiği Erzincan’dan, Dersim’in ve nenesinin sesinden akan Erzincan’ın eski türkü ve masallarından, zembulun (kekik), kengerin, ribesin (ışkın), Gulke’nın, vasıveroc otunun (Güneş Otu) coğrafyasından olur.
Kimdir Murat Yalçın: Edip Cansever’den alınıtıyla; yaşlı bir çocuk. Çocukların en yaşlısı.
Kimdir Murat Yalçın: Öyküyü hikâyeyi dışarıya değil içeriye, insanın en derinlerine en gizli köşelerine “büyük bir sakinlik ile” anlatmanın ustası. “Biz kendi gökkuşağımızı kuralım bakan bakar, bakmayan geçip gider” diyecektir Ali Asker Barut’a.
Kimdir Murat Yalçın: “Ellerini, kasketlerinin siperliğine siper edip başlarını göğe doğrultan” eski adamlardan eski bir tanışım.
Kimdir Murat Yalçın: Elazığ taraflarından, Elazığ’dan gelen giden gezici çerçilerden, Kürt, Türk dedelerden, çocukların sapanla nişan almalarından kırık, yarım, yaralı elektrik fincanlarından, Elazığ’da geçen o yazdan, kavak hışırtılarına karışan uzak dere çağıltılarından, Hazreti Hüseyin’in Kerbela’da kesilen kesik başı etrafında anlatılan hikâyelerden, Aşık Seyrani’den, eskilerin yürek ciğer dağlayan türkülerinden, “Kayalı meşeli sarp yamaçların diplerinde, buz yataklarıyla yüklü Munzur”dan akrabam.
Kimdir Murat Yalçın: Her kelimesinin altından bir büyük öykü bulunur, bir uzun hikâye çıkar. Sen tahta bavul der geçersin, o tahta bavul der geçmez, durur koklar, içine biraz baba biraz İstanbul kokan kokusunu doldurur. O tahta bavulun öyküsü uzundur, der, başlar “narin bir çocuk” başlar “narin bir çocuğun içini, içindekileri” çıkarır döker, tahta bavul imgesine esir düşmüş olarak “narin bir çocuğun” dilinde.
Kimdir Murat Yalçın: Derler ki bir kırık bir kelimeler sandığıdır kalbi.
Kimdir Murat Yalçın: Kitapsız konuşan bir halkı, bir hikâyeyi bir başka hikâye ile bağlayarak uzun uzun anlatıp uzun bir geceyi bir yeni sabaha, sabahlara erdirip kavuşturan o güzel o masal sesli eski masal anlatıcıları, eski hikâye edicileri hatırlatan bir havası var. Kendisi de bütün o eskileri, o eski masal anlatıcıları ve hikâye eden eski hikâyecilerin dilini hatırlatır “altı üstü kendi hikâyem, gerisi kalemin yazdıkları” der ya, bu bir vefa duygusu ile saygılı bir göndermedir dünden omuzlarına alıp götürdüğü bir büyük hikâye ve hikâye etme geleneğine.
Ve öyküsü: Bütün iyi anlatıcılardan, eski, adsız sansız hikâyecilerden, Kemalettin Tuğcu’dan, Sabahattin Ali’den, Füruzan’dan, Oğuz Atay’dan, Enis Batur’dan kaynağını alıp bir dupdurulukta, açılıp berraklaşıp akarak, bu büyük kaynaktan kendi özgün gür yatağına gelir kavuşur. Ve artık beslenirken besler de… Ordan burdan kollarını getirerek bir yerden sonra gelip kendisine kavuşan başka dereler ve ırmakları.
Ve öyküsü: “Büyük bir sakinlilk ve serinkanlı” anlatımı ile tutup insanı sallayıp silkeleyen, sarsan bir Wolfgang Borchert’i durup hatırlatır bir.
Murat Yalçın Neyim mi Olur: “Sümbül, reyhan, nane kokan bahçeler”in çocuğu olarak, erenlerin, ermişlerin Ali donunda, Hızır donunda bazen gizli bazen aşikâr gezdiği dolaştığı Munzurlar’da, adı o erenlerle o ermişlerle ağızdan ağıza kulaktan kulağa dağılıp ondan ona ondan ona dolaşan menkıbeleri de dinlemiştir. Munzurlar’la bu kalp kalbe kurduğu bu gönülden gönüle giden bir akrabalıktan bir en yakın bir yakınım olur.
Murat Yalçın Neyim mi Olur: “Büyük bir sakinlilk ve serinkanlı” olarak anlattığı Üç Dersim’de yaralara berelere değer kelimeleri, ve dahi cümleleri. İnsanların, insanlığın büyük acılarının büyük trajedilerinin büyük kederlerinin “büyük bir sakinlik içinde” söylenen bir büyük ağıdından bir büyük şiir sesim olur.
Murat Yalçın Neyim mi Olur: Bütün büyük şiirler ve şairler olur ustası. Ordan doğmuş ordan gelmiş bir büyük dil, bir üslup, bir anlatım teknik ve zenginliği. Heybesinde zamanın kısık sesli hikayeleri, Kemalettin Tuğcu’dan, Sabahattin Ali’den, Füruzan’dan, Oğuz Atay’dan, Enis Batur’dan kalkmış gelmiş, öykülerinin her birini hep, “Hep bir hikâyeye girmek insan yönümüz mü” sorusunun cevabı olarak yazmış, yatağını genişlete genişlete akan giden bir büyük bir özgün bir ırmağım olur.
Murat Yalçın Neyim mi Olur: Her kelimesine yakalandım her cümlesi ile vuruldum, sarsıldım. Tahta bavul imgesine esir düşmüş “narin bir çocuk” ile tanıştım onda. “Altı üstü kendi hikâyem, gerisi kalemin yazdıkları” diyen bu narin bir çocuktan bir narin ve kırılgan bir dilim olur.
Murat Yalçın Neyim mi Olur: Kendi büyük yaralı geçmişimden, kendi büyük zamanımdan yüzlerin, seslerin yankıları içinde kalarak, “uluyarak” fırladığım bir rüyadan karlar içine haykırılmış bir uzun bir çığlığım olur.
Murat Yalçın Neyim mi Olur: Üzerine tam oturmuş layıkı ile taşıdığı Doğu’nun ağırbaşlı havasından, bir yanı Erzincan’a bir yanı Dersim’e gölge olarak düşen üzerinde erenlerin ermişlerin dua ve ayak ve ruh izleri duran Munzur Dağı’ndan bir olgun bir onurlu duruşum olur.
Murat Yalçın’ın Neyinden mi Olurum: Ölü Atların Ruhu’nda bir Kürt Dede ile susuşan Murat Yalçın’ın içe, şuraya oturan suskunluğundan, insanı hemen saran bir en ince bir ruhundan, o ruhun kederinden, eski hikayecileri hatırlatan dil, insanın yaralarına değen bir kelimeler ve cümleler ikliminden olurum.
Ben Murat Yalçın’ın Neyi mi Olurum: Eski hikayelerden, Aşık Seyrani’den, eskilerin yürek ciğer dağlayan türkülerinden, “Kayalı meşeli sarp yamaçların diplerinde, buz yataklarıyla yüklü Munzur”lardan, büyük bir dağı, tozlar dumanlar içinde bırakarak geçip gitmiş Hazreti Ali’nin, Hazreti Hızır’ın atları ile içimize o büyük bir yalnızlık duygusu ile birden çöken o bir büyük bir kimsesizlik ve büyük hüzün ile gamlardan dağın öbür tarafındaki bir hatırladığı, bir eski bir tanıdığı olurum.
Ben Murat Yalçın’ın Neyi mi Olurum: “Göğün mavisine, dağın yeline, güneşin sarısına özenmiş, sürekli aydınlığa yürüyen kardelenlerin” ya da “bağrından” toprağa akıtılan “sütü ağızlarda sakız olan kengerin” hasretini, özlemini, umudunu gördü bende ve şiirlerimde. Aramızdaki “büyülü dağ”ımız bir Munzur’dan çağırdığı bir içi dışı dağlı bir kardeşi olurum.