Güneşin Üşüdüğü Yer
Artık uykum bir kuşunki kadar hafif. Oğlumun öksürükten boğulur gibi olduğu geceler kaç kez sabahladım. Hâlâ bazı geceler, korka korka yatağına yaklaşıyorum, nefes alıyor mu diye. O kabus günleri gözümün önüne geldikçe, tüylerim diken diken oluyor; kollarımın arasında, oğlumun küçücük gövdesi sopsoğuktu. Bacakları, elleri halka halka morluklarla doluydu. Yüreğim hızlı hızlı atıyor, gövdem dal gibi titriyordu korkudan. Oğluma bir şeyler oluyordu. Karımın ağlayarak attığı o günkü çığlığı unutamam hiç! “Andaç! Andaç! Oğlum! Ali, Andaç nefes alamıyor.”
Oğlum kucağımda, apartmanın merdivenlerini iniyor, tek tek Alman komşularımızın kapılarını çalıyoruz; hiçbir kapı açılmıyor. İkimiz gözyaşları içinde, çaresiz yığılıyoruz merdivenin bir basamağına. Kısa bir süre sonra sokağa fırladığımızda, yağmur daha yeni başlıyordu. Çocuk doktoru, Andaç için telefon ediyor hastahaneye. Gidiyoruz. Dışarda rüzgârla karışık yağmur çarpıyor yüzümüze. Oğluma siper ediyorum kendimi. İçimden bildiğim bütün duaları ediyorum, oğlum kurtulsun diye bu durumdan. Oğlumsa, kollarımın arasında sönmek üzere olan bir mum gibi… Oğlum ölürse… ölürüm, diye düşünüyorum o an. Oyuncakları, giysileri, bir çift kırmızı patiği, gece içsin diye onun için yaptığım mama, çay şişesi, hepsi bir bir gözümün önüne geliyor.
Hastanede doktor, kontrol için oğlumuzu elimizden aldığında, hepten kararmış, yapayalnız kaldık koridorda. Tekne gibi birşeyin içine uzatılmış kafa derisinden kan alınırken oğlumun attığı çığlıklar içinde kalıyor önce koridor sonra içimiz. Karım bir köşede ben başka bir köşede alınıp uzaklaştırılıyoruz oradan. İlk o gece anladım babalık duygusunun ne olduğunu.
Hemşire, bizi yeniden odaya çağırdığında gördük; oğlumun başında elektronik bir alet, onun küçücük yüreğinin atışlarını gösteriyordu.
Sözü nereye mi getirmek istiyorum; son zamanlarda elimden düşmeyen (düşürmediğim) bir kitaba. Adı Giz Dökümü. Ordaki bir şiirle bir baba için bir evlad nedir duygusunu yeniden hissettim ve tekrar yaşadım o günleri.
OĞULDUYUM
Ne zaman düşse oğlum
ben de onunla uçuyorum asfalttan bir uzaya
her kaçışında su boğazına
ben de onunla boğuluyorum.
Ben değilim artık ben
değil mi ki o siyah benler (gözleri onun) bitti bende.
İşte böyle
böyle ağrıyıp duruyor boynu
oğlu asılan o babanın.
Bir babanın bir oğlu için neler hissedebileceğini en derinden hisseden ve ikinci kitabı Giz Dökümü’nü oğlu Mehmet’e adayan Alova’nın eminim ki boynu oğlu asılan her babayla, babalarla birlikte ağrıyıp duruyordur. Güneşin üşüdüğü tek yer oğulun sökülüp alındığı bir baba kalbidir çünkü.
Bazı arkadaşlar, zaman zaman, bana, “neden siyasal içerikli, politik şiirler yazmıyorsun” diye, soruyorlar. Anlamıyorlar ki iyi yazılmış bir aşk şiiri de insanlara yararlı olabilir. Sonra anlamıyorum politik bir şiir sayılması için illa da “mavzer”, “kızıl güneş”, “kızıl yıldız”, “matara”, “pranga”, “zincir”, “darağacı” v.b. gibi sözcükler barındırması mı lazım. Birey üzerine küçük bir gözlem, bir yaşamdan yakaladığımız sıradan bir ayrıntı daha önemlidir çoğun. Bu küçük gözlem ve ayrıntılar yapar çoğun şiiri ve sözü alır şiir katına düzeyine çıkartır. Bize yeni şeyler söyler, düşünme üzerine yeni, yepyeni kapılar açar. Bireysel olsun toplumsal olsun bir durumu söylerken gösterirken bir şiir, şiir lezzeti vermesi de çok önemli! İşte çok sağlam bir gözlem ve şiir lezzeti yüksek bir şiir Alova’dan:
POYRAZ DURAĞI
Gidiyorlar
Dudakları donmuş alçı
Gözleri buzlu cam
Terliyor ölüm şarkılarını
Terliyor durmadan
Herkes unutmuş pencereleri!
“Bu cehennem daha çok adam alır”
(Diyor o Şeytangil)
“Boğulun biraz daha”
Boğuldukça geçiyorlar bir bir
Poyraz duraklarını
Kimse bilmiyor gittiği yeri.
Evet. Kimse bilmiyor gittiği yeri. Etrafınıza şöyle bir göz atın; içleri boş, umutsuz, bir sürü insanla karşılaşacaksınız her adımda. Bir zamanlar değer verdikleri her şey suç sayılmış, dört elle sarıldıkları güzellikler çiğnenmiş, uğruna hayatlarını feda edebilecekleri inançları aşağılanmış, azar işitmiş… 12 Eylül 80 sonrası, camiiye sığınan devrimcilerin sayısı pek de az değil, memleketimde.
Ama bütün bu olumsuzluklara karşın, gene de şunu söyleyecektir şair:
Nasıl bir kanser ki şu ümit
kazdıkça bitiyor biteviye
o hayal hücreleri.
Erdal Alova, şiiri iyi tanıyor (Dağlarcaca söylersek: kokluyor) ve niçin şiir yazdığını iyi biliyor.
Küçük bir sohbet arasında, Memet Fuat’ı şöyle bir soruyla yanıtlamıştı: “Ben mutlu olsam şiir yazar mıyım Memet Abi?”
Sahi, mutlu olsa bir şair şiir yazar mı?!
Ali Asker Barut
Adam Sanat, Şubat 1990